21 Ocak 2017 Cumartesi

Passengers



Uzay Yolcuları


110 Milyon dolarlık bütçeye sahip olan Morten Tyldum’un yönettiği, senaryosunu Jon Spaiths’in yazdığı bilim kurgu-gerilim filmi Passengers vizyondaki yerini aldı. 



Passengers
Avalon adlı uzay aracı, 255 mürettebat ile Homestead II adlı gezegene 120 yıl sürecek bir yolculuğun sonunda 5000 kişilik gönüllüyü uzak bir koloniye ulaştırmak için yola koyulmuştur. Fakat ulaşmasına daha 90 yıl süre varken meteor yağmuruna tutulur ve gemide hasara yol açar. Bu zedelenme sonucunda makine mühendisi Jim Preston (Chris Pratt) adlı yolcunun uyku kapsülünde de tahribat oluşur ve 30 yıl erken uyanır. Jim, 1 yıl boyunca tek başına gemi içerisinde yaşar ve artık intiharın eşiğine geldiği bir anda ünlü bir yazar olan Aurora Lane (Jennifer Lawrence) adlı yolcuyu uyandırmaya karar verir ve macera başlar.



Passengers
Avalon adlı uzay aracı, 255 mürettebat ile Homestead II adlı gezegene 120 yıl sürecek bir yolculuğun sonunda 5000 kişilik gönüllüyü uzak bir koloniye ulaştırmak için yola koyulmuştur. Fakat ulaşmasına daha 90 yıl süre varken meteor yağmuruna tutulur ve gemide hasara yol açar. Bu zedelenme sonucunda makine mühendisi Jim Preston (Chris Pratt) adlı yolcunun uyku kapsülünde de tahribat oluşur ve 30 yıl erken uyanır. Jim, 1 yıl boyunca tek başına gemi içerisinde yaşar ve artık intiharın eşiğine geldiği bir anda ünlü bir yazar olan Aurora Lane (Jennifer Lawrence) adlı yolcuyu uyandırmaya karar verir ve macera başlar.


Bitki Faunası
Passengers’ın anlatımında yönetmen ve senarist birçok bilim kurgu türüne ait filme ve kült yönetmene gönderimde bulunan bir teknikle hikâyeyi izleyiciye aktarmış. Filmin başında Jim Preston, gemide yer alan onlarca eğlence mekânı ve yüksek teknolojinin bulunmasına karşın yalnız olması nedeniyle hiçbirinin bir anlam ifade etmemesi işlenmiş. Robinson Crusoe gibi gemide gezişi ve yalnızlık temaları bana Moon (2009) adlı filmi ve bu filmde Sam Rockwell’in uzay gemisinde yalnızlıktan çıldıracak hale gelen Astronot Sam Bell karakterini anımsattı. Jim’in geminin geleceğe taşıdığı bitki faunasını bulması 2000 yapımı Titan A.E. adlı animasyon filmine bir göndermede bulunuyor. Dünyadaki yaşayan canlıların yok olacağı önlemine karşılık bitkilerin/tohumların korunduğu bir bölüm vardır ve bunlar sayesinde dünya yeniden yaşanacak hale gelmesi için kullanılmak üzere saklanmaktadır. Filmdeki bir başka sahnede güneşteki patlamalar ve yıldızları izlemek için ayrılan oda Danny Boyle’ nin yönettiği 2007 yapımı Sunshine adlı filmde işlenmişti ve hikâyenin büyük çoğunluğu bu yapının üzerine kuruluydu. 


Passengers’ta yaşanan bayılma sahneleri Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem’in (1972’de Andrei Tarkovsky’nin ve 2002 yılında Steven Soderbergh’in filme çektiği) Solaris adlı yapıttaki bayılma sahnelerini anımsattı. Filmin ana hikayesi olan Avalon adlı uzay gemisinin Homeland II’ye gidiş düşüncesi 1997 yapımı The Fifth Element filminde geleceğin lüks ve şatafatına sahip Cruise gemisi Fhloston Paradise’a yolculuk yapmaktaydı. Son olarak Jim ve Aurora’nın uzay boşluğunda yaşadıkları heyecan dolu anların bir benzeri 2013 yapımı Gravity’de yer alıyordu. Yönetmenin bu kadar çok alıntı yapmasının nedeni bence; her izleyicide kendi sinema dağarcığından anımsa(t)ma yaratarak filmi benimsemesini sağlama düşüncesidir.
Aurora karakterinin Jim’i erken uyandırdığı için suçlamasıysa bana Amerikan edebiyatının en büyük yazarlarından sayılan Mark Twain’in 1904 yılında kaleme aldığı Âdem ile Havva’nın Güncesi adlı eserinden bir cümleyi anımsattı: “Havva beni başımıza gelen felaketin sebebi olmakla suçluyor!”



Detaylar/Kubrick Etkisi

Posterde Passengers yazısının altında yer alan 3 nokta 3 çizgi ve tekrar 3 nokta mors kodunda S.O.S. yardım çağrısı anlamını taşıyor. Bar sahnesinde Stanley Kubrcik’in Shining (1980) filminde yer alan bölümden esinlenilmiş. Burada barmenin kıyafetinden, ışık kaynağının aşağıdan yukarıya doğru vurması tekniğine kadar birebir alınmış. Bir diğer Kubrick alıntısı ise 1968 yapımı 2001 Space Odyssey’de bulunan santrifüjdeki koşu sahnesi…


Passengers, günümüz sinemasında görsel efektle yapılabilecek geleceğin dünyasını ve bu dünyanın nasıl olabileceğini görmek açısından güzel bir örnek teşkil ediyor. Başlarında durağan bir anlatıma sahip olsa da işlenişinde yer alan duygusal yoğunluk ve mizah izleyiciye keyifli anlar yaşatıyor.

İyi Seyirler Dilerim

Efe TEKSOY

19 Ocak 2017 Perşembe

High-Rise - Gökdelen



Bilimkurgusal Distopya

Toronto Film Festivali” ve İKSV (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) başta olmak üzere önemli festivallerde sırayla gösterimi yapılan “High Rise” İngiliz asıllı J.G. Ballard’ın 1975 basımlı aynı adlı romanından uyarlandı. Senaryosu Amy Jump’a ait olan filmin yönetmen koltuğunda İngiliz sinemasının dahi çocuğu Ben Wheatley oturuyor. Başrollerini Tom Hiddleston, Jeremy Irons, Sienna Miller ve Elisabeth Moss’un paylaştığı, kaotik görsellere sahip, kült olmaya aday olan film distopik bir modernizm eleştirisi. 



Asma Cennet

Robert Laing (Tom Hiddleston) adlı genç doktor “Gökdelen” adlı betonarme bir dünyaya yerleşir. Hem alt hem de elit tabakayı kaynaştıran Gökdelen adeta dikey bir şehirdir. Dış dünyadan izole edilmiş, içerisinde yaşayan bireylere hizmet için tasarlanmış geleceğin mimari ürünü bir yapay yaşam alanıdır. Yüzme havuzu, süper market, spor salonu vs. gibi gereksinimleri bulunduran bina her yaşta ve statüdeki bireye hitap eden yapıdadır. Binanın katları (zengin – fakir) sınıf ayrımı arasındaki çizgiyi belirleyen faktördür. Dr. Laing, bu faktöre daha fazla dayanamaz ve gökyüzünde kolonize edilmiş olan dünyadaki yerini zorda olsa bulmaya çabalar. Ancak doktorun ve gökdelen sakinlerinin kaynaşma çabası kapitalizmin egemen olduğu distopik bir dünyada etkisiz kalır ve iş kontrolden çıkar. Karl Marx’ın belirttiği üzere kendi sonunu hazırlar. Kaos ve post modern partiler eksenine kurulu olan film, yer altı edebiyatının sarsılmaz temalarına hizmet ediyor. Son derece kusursuz şekilde tasarlanan yapıyı insanların bir anda dikey bir hayvanat bahçesine çevirmesi izleyiciyi adeta koltuğa çiviliyor. “High Rise”, dev kondominyumlarda yaşamanın getirdiği zihinsel ve fiziksel baskıları konu alıyor.


Bilimkurgusal Distopya

James Graham Ballard” edebiyatta teknoloji tapınmacılığına karşı çıkan “Yeni Dalga” (New Wave) akımının en önemli temsilcilerindendir. “Asıl yabancı gezegen dünyamızdır” diyerek klasik bilim kurgunun aksine iç uzaylardaki maceraları incelemiştir. Hikâyelerini; “teknoloji”, “cinsel ilişki” ve “beden” temalarını iç içe geçirerek (işleyerek) içinden çıkılması olanaksız bir görünüme kavuşturur. Fransız Sosyolog Jean Baudrillard, J.G. Ballard’ın Teknolojiyle, cinselliği birbirine karıştırarak ölüm düşüncesine yol açtığından bahseder. Ayrıca kuramı olan “Simülakrlar ve Simülasyon” eserini anlatmak için örnek olarak Ballard’ın eserlerinden örnekler verir… 20.yüzyıl entelektüelliğinin simgesi dünyaca ünlü Amerikalı eleştirmen, kuramcı, Susan Sontag, Ballard’ı “Çağdaş edebiyatın en önemli ve parlak kalemlerinden biri.” olarak nitelendirir.

İyi Seyirler Dilerim

Efe TEKSOY

MAD MAX-FURY ROAD





OSCAR MIKNATISI “MAD MAX-FURY ROAD”

Bu yıl düzenlenen 88. Oscar töreninde “Mad Max-Fury Road” rüzgarı esti. Toplam 10 dalda katıldığı Oscar gecesinden 6 dalda (En İyi Kostüm Tasarımı, En İyi Yapım Tasarımı, En İyi Makyaj, En İyi Kurgu, En İyi Ses Kurgusu ve En iyi Ses Miksajı) Oscar alarak geceye adeta damgasını vurdu.

“Mad Max-Fury Road” 1979 yılında George Miller’ın yaşamımıza soktuğu Mad Max serisinin 4. halkasıdır. Miller, filmi CGI (Bilgisayar üretimli imgeleme, İngilizce: Computer-Generated Imagery, görsel oluşturmayı sağlayan bir bilgisayar grafikleri uygulaması)’a boğarak (son yıllarda sıkça gördüğümüz, genç yönetmenlerin yaptığının aksine) gözümüzü boyamaktansa, filmin genelinde ve gerektiği kadar kullanarak Post Apokaliptik bir başyapıt yaratmış. Yunan asıllı, Avustralyalı yönetmen Miller, yeni nesil hızlı aksiyon filmleri düzenine ulaşmak için çok çaba sarf ettiğini ve filmdeki sahne sayısının 1981 yapımı Mad Max 2’dekinin iki katı fazla olduğunu, 3000 sahneden oluştuğunu söylüyor. 


YAŞAM ELEMENTİ SU


Sokrates öncesi doğa düşünürlerinden Empedokles’in görüşüne göre yaşam dört elementten oluşur. Onlardan bir tanesi  su’dur. Distopik (İngiliz Filozof John Stuart Mill’in kast ettiği) dünyaların çoğunda, karşımıza yaşamı devam ettirebilme gereksinimi çıkar. Bana göre bu temaları barındıran 1995 yapımı 175 Milyon Dolar bütçeli Kevin Costner’ın “Waterworld” en başarılı örneklerdendi. Zaten bu filmde de etkilerini görebiliyoruz. “Waterworld” de olduğu gibi “Mad Max- Fury Road” ta da su savaşları karşımıza çıkıyor. En önemli yaşamsal ihtiyaçlardan bir tanesi su’dur. Çünkü gelecekte bugün ki gibi kabaca har vurup harman savurur bir şekilde bizim için hayati önem taşıyan besinlere ve Doğa’ya gereken önemi vermezsek sonumuz bu filmdeki gibi olacağa benziyor. Filmi izlerken gelecekte su gereksiniminin hangi noktaya geldiğini, bu ihtiyacın ne boyutta olduğunu ve nerelere kadar uzanabileceğini görebiliyoruz.


VALHALLA: VİKİNG CENNETİ

Eski “Mad Max” serisinde oyunculuklar daha ön plandayken bu filmde oyuncuların daha geri planda olduğu bir yönetmen filmi dikkati çekiyor. Dünyaca ünlü Amerikalı Mitoloji uzmanı “Joseph Campbell” ın “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” adlı kitabında kahramanın yolculuğunu üç ana bölüm altında inceler: bunlardan ilki “Yola Çıkış” tır. Campbell, bu bölümde karakterin bir simgeden bir kahramana dönüşmesini, büyümenin işareti olduğunu, kahramanın dünyayı anlaması ve yola çıkışının başlangıcını gösterdiğini belirtir. “Tom Hardy” nin başarıyla canlandırdığı yeni serinin Mad Max karakterinde bunların hepsini görebilirsiniz. Ayrıca filmin içerisinde birçok mitolojik gösterge ve söylen var. Onlardan bir tanesi de dikkatimi çeken “Valhalla” (valhöll: Savaşta ölenlerin salonu ya da sarayı) sözü. İskandinav Mitolojisinde sadece savaşırken ölen Vikinglilerin ruhlarının sonsuz sevinç içerisinde yaşayacakları Tanrı Odin tarafından yönetilen Asgard’da bulunan sarayı bir nevi Cennet...

İyi seyirler dilerim…

Efe TEKSOY

15 Ocak 2017 Pazar

The Sea Of Trees


Sonsuzluk Ormanı




25 Milyon dolarlık bütçeye sahip The Sea Of Trees vizyondaki yerini aldı. Yönetmenliğini Good Wil Hunting, Elephant ve Milk filmlerinden tanıdığımız Gus Van Sant’ın yaptığı filmin senaryosu Chris Parling’e ait. Filmin bir kısmı haftada ortalama 3 intihar olayı görülen Japonya’daki Fuji Dağı yakınlarında ‘İntihar Ormanı’ ya da ’Ağaçlar Denizi’ olarak bilinen Aokigahara Ormanı’nda belli kısımları ise Oregon ve Massachussetts’da çekildi.




The Sea Of Trees
Amerikalı Arthur Brennan (Matthew McConaughey), işsizlik ve alkolik eşi Joan (Naomi Watts) ile yaşadığı sorunlar nedeniyle intiharın eşiğine gelmiş bir insandır. Kendisini bir çıkmazda bulup yılda 100 kişinin kendi yaşamına son verdiği bu inanılmaz korkutucu bölgeye Aokigahara Ormanı’na gider. Burada yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgi de gidip gelirken bir anda karşısına bileklerini kesmiş intiharın eşiğindeki Takumi Nakamura (Ken Watanabe) adlı Japon adam çıkar. Brennan, hayatına son vemek için gittiği ormanda kendisini başka bir hayatı kurtarırken bulur.


Sonsuzluk ve Umut
Matthew McConaughey’in canlandırdığı Arthur Brennan’ın intiharın eşiğine gelmesinin sebeplerinden birisi olan işsizlik ve bunun yaşamında yarattığı büyük boyutlardaki yıkım bana çağımızın en büyük entelektüellerinden birisi kabul edilen dil bilimci/filozof Noam Chomsky’nin Amerikan rüyasının iç yüzünü ve dünyanın hangi kafayla yönetildiğini anlattığı Requem For The American Dream (2015) adlı belgeselini anımsattı. Chomsky, burada Amerika’da bulunan emsalsiz eşitsizlikten bahseder. Eşitsizliğin nüfusun çok küçük bir kesiminin (%1) ölçüsüz servetinden kaynaklandığını belirtir. Amerika’da 50 ve 60’lı yılların öncesi zenginlerin ödediği vergilerin çok daha fazla olduğu şimdiyse vergi sisteminin yeniden tasarlanıp çok zengin olan ödeyeceği verginin azaltılıp geriye kalan vergi yükünün artarak fakir halkın üzerine yüklendiğinden söz eder. Tıpkı Arthur Brennan gibi insanların.

Cannes’daki ilk gösterimi sırasında yuhalanan, dramatik gizem atmosferinde çekilen, gerilim dolu film oldukça ağır ve sabırsız seyirciyi sıkabilecek tarzda olsa da izledikçe çözülecek şaşırtıcı bölümler içeriyor. Ayrıca ormanın o ürkütücü ve ıssız havasını Gus Van Sant çok iyi yansıtmış.
İyi Seyirler Dilerim.
Efe TEKSOY

6 Ocak 2017 Cuma

The Jungle Book


The Jungle Book



1907 Nobel edebiyat ödülünün sahibi, İngiliz roman ve hikaye yazarı Rudyard Kipling’in “The Jungle Book” adlı romanından uyarlanan, animasyon teknolojisinde yaşanan son gelişmelere hayran olacağınız 3 boyutlu film ülkemizde ‘’Orman Çocuğu’’ ismiyle vizyona girdi. “Iron Man” filminin yönetmeni olarak tanıdığımız John Favreau’nun elinden çıkan yapım 175 Milyon Dolarlık bütçesiyle güçlü bir görsel şölen olarak sizi ormanın gizemli diyarlarına davet ediyor.





GİZLER ORMANI

Aksiyon, dram ve fantastik türündeki bu hikâyede, kahraman çocuk Mowgli (anlamı; küçük kurbağa), kara panter Bagheera tarafından ormanda bulunur ve kurtların klanına teslim edilir ve onlarla birlikte büyür. Belli bir yaşa gelince tehlikeli ve kötü sarı Bengal kaplanı Shere Khan tarafından dışlanır. Ormandakilerin “Kırmızı Çiçek” olarak adlandırdığı, öldürücü ateşle tek gözünü kaybetmiş olan Shere Khan ve maymunların lideri Louie ile girdiği çatışma arasında gidip gelir. Bir nevi öğretmeni olan panter ve yolculuğu sırasında tanıştığı sakar ve sevimli ayı Baloo’dan aldığı destekle çıktığı yolculuktan birçok ders alarak gelişir. Mowgli’nin çıktığı yolculukta besin piramidi içerisinde ki kendi yerini buluşunun hikâyesine tanık oluruz.

ATEŞ HIRSIZI: PROMETHEUS
Ormanda ki hayvanların ateşe verdiği isim olan ‘Kırmızı Çiçek’ bana mitolojiyi çağrıştırdı. Yunan mitolojisinde Titanlar soyundan gelen Prometheus (anlamı; önceden gören) Olympos’un Tanrıları’nın öcünü almak yerine insanların egemenliğini getirmek amacındadır. Prometheus, insanları iyi şekilde yaşatabilmek ve insanların tehlikeli hayvanlara karşı korunabilmesini sağlamak için Ferule (Şeytantersi) denilen ağaçtan eline bir dal alır ve Lemnos (Limni) adasına gider. Ateşler tanrısı Hephaistos’un madenleri eriten, alevler fışkıran ocağından bir kıvılcım çalar. Daha sonra koşarak onu ilahi bir armağan olarak insanlara götürür. Yunan kökenli olan Olimpiyatlarda bir atletin meşaleyle koşarak oyunları başlatması ritüeli de Prometheus’un elinde ateşle koşmasını simgeler.
Latince hikâye demek olan Fabl; insan haricindeki hayvan/bitki gibi canlıların ve cansız olan eşyaların insan kişiliği verilen, konuşturulan ve sonunda güldüren düşündüren öykülere verilen addır. Tarihte ilk yazılı örnek M.Ö. 100-300 Pancahantra masallarıdır. Eski Yunan masalcı Ezop (Aisopos), Hintli yazar Beydeba ve Fransız yazar ve şairi La Fontaine ünlü fabl yazarlarındandır.
Edebiyatta “Büyülü Gerçekçilik” akımının öncülerinden Jorge Louis Borges söyleşilerinde “Kipling’in gerçekten büyük bir yazar olduğunu düşünüyorum. Kitabın ilgimi çekmesinin sebebi yaşadığım kafa karışıklığıydı; kaplan Shere Khan, İngiliz mistik vizyoner William Blake’in (“Kaplan! Kaplan!” hikâyesindeki) sakattı.‘’ diye anlatır.

20. yüzyıl edebiyatının en büyüklerinden olan İrlandalı yazar James Joyce 19. yüzyılın en büyük üç kabiliyetinin; Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy, İngiliz şair, roman ve hikâye yazarı Rudyard Kipling ve İtalyan şair, yazar, fikir adamı Gabriele D’Annunzio olduğunu söylemiştir.
İYİ SEYİRLER DİLERİM
Efe Teksoy

10 Cloverfield Lane

10 Cloverfield Lane


2008 yılındaki Cloverfield filminin neslinden gelen, yönetmeni Dan Trachtenberg, yapımcıları arasında J.J. Abrams’ın bulunduğu ve Whiplash filmiyle tanıdığımız Damien Chazelle’in senaryo ekibinde yer aldığı “10 Cloverfield Lane” düşük bütçeli (15 Milyon Dolar) Stüdyo Korku-Gerilim türünde bu sene öne çıkan yapımlar arasında.



ÖLÜLER EVİNE SEYAHAT
Kıyamet günü ve sığınak temaları üzerinden yürüyen hikâyesi film boyunca gerilimin devamlı olarak katlandığı bir yapıya sahip. Michelle (Mary Elizabeth Winstead) adlı kadının trafik kazası sonrası kendisini bir sığınakta içeride Howard (John Goodman) adlı bir delinin hayal üstü hikâyelerinin (Kimyasal saldırı olduğu ve sığınakta kalmaları gerektiği) gerçekçiliğini sorgulayan ve üçüncü bir kişi Emmet’ın (John Gallagher Jr.) arasında bulur. Kapatılma zamana ve karakteristik yapıya bağlı olarak insan psikolojisi üzerinde farklı etkilere yol açar. 1794 yılında Xavier De Maistre adlı yazar 42 gün süren ev hapsine mahkûm edilir ve Odamda Yolculuk adlı klasiği olan eser yazar. 1981 Nobel Edebiyat ödülü sahibi Elias Canetti; 25 bin kitabın bulunduğu bir eve kendini kapatır ve dış dünyadan izole edilmiş bir hayat kuran adamın hikâyesini anlattığı eserin adını Körleşme koyar. Bu eserin ismi bile dış dünyanın hayatımızdaki öneminin ne büyük olduğunu çok iyi özetler.


PSİKOPATOLOJİ DERSİ
Yunan mitolojisinde Kyklopların (tepegöz) en meşhuru Polyphemos Sicilya kıyısına çıkan Odysseus’u ele geçirir ve 12 tane ekürisiyle birlikte mağarasına kapatarak girişe dev bir kaya koyar. John Goodman’ın canlandırdığı Howard karakteri sinema tarihindeki psikopat karakterlere bir yenisini ekliyor. Bu karakter ve film bir bakıma usta yazar Stephen King’in 1987’de yazdığı Misery eserini anımsatıyor. Misery’deki Anni Wilkes ve Conspiracy Theory’de Mel Gibson’ın canlandırdığı Jerry Fletcher karakteri arasında gidip gelen Howard, izleyicinin kafasında sürekli olarak soru işaretleri oluşmasına sebep oluyor.
Film içerisinde birçok konuyu barındıran senaryosu sizi düşünce içerisinde düşünceye sevk ediyor ve rakiplerine fark atarak gerilim türüne yeni bir bakış getiriyor.
İyi Seyirler Dilerim
Efe TEKSOY

4 Ocak 2017 Çarşamba

Sully


Sully




The Miracle on The Hudson: Hudson Mucizesi
Bütçesi 60 milyon dolar olan Sully filminin yönetmen koltuğunda Oscarlı Clint Eastwood oturuyor. (Kaptan Pilot) Chesley Sullenberger ve Jeffrey Zaslow’un Highest Duty isimli gerçek olaylara dayanan kitabından uyarlanan filminin senaryosu ise Kusursuz Yabancı (2007) ve Direniş (2003) tanıdığımız Todd Komarnicki’ye ait.
Kahraman Pilot Sully
Oscarlı oyuncu Tom Hanks’in bembeyaz saçları ve bıyığıyla canlandırdığı Chelsey ‘Sully’ Sullenberger, US Havayolları’nda çalışmakta olan 42 yıllık usta bir pilottur. 15 Ocak 2009 tarihinde New York şehrinden Kuzey Karolina eyaletinin en büyük kenti Charlotte’ye yapılan 1549 sefer sayılı uçuşta Sully’nin kullandığı uçak kalkıştan kısa bir süre sonra kaz sürüsüne çarpar ve iki motorunun arızalanması sonucunda itiş gücünü kaybeder. Kuleden ‘geri dön’ çağrısı yapılmasına karşın kaptan pilot Sully, uçağın geri döndürülemeyeceğine karar vererek uçağı Hudson nehrine indirir. İniş sonunda 150 yolcu ve 5 mürettebat hayatta kalarak kurtulur. Medya ve New York halkı Sully’i kahraman ilan eder. Fakat soruşturma kurulu farklı görüştedir ve Sully’i insanların hayatını riske attığı konusunda suçlamaktadır. İkilemde kalan Sully tek bir soruyu cevaplamalıdır! Medyanın ve halkın söylediği gibi bir kahraman mıdır yoksa 155 insanın hayatını riske atarak hata yapan bir pilot mu?


Müzik Dehası Clint Eastwood
Clint Eastwood filmlerindeki müzikleri kendi besteleyen nadir yönetmenlerden birisidir. Bu filmde de Flying home (Theme from “Suly”) müziğini yazan üç isimden biri. Clint Eastwood filmlerinde kullandığı ve bestelediği müzikler hakkında: “Geçmişte, yaptığım her şeyi bir adım ileri götüren harika bestecilerle çalıştım. Bazen de aklımdaki şeyi bir türlü anlayamayanlar oldu. Onlar müziğin belli anlarda daha dinamik olması gerektiğini düşünüyorlardı ve sonuçta müzikler filmin önüne geçiyordu. Oysa ben müziğin filmi desteklemesini isterim.”


Tom Hanks ve Psikoloji
Filmde Sully karakterinin kaza sonrası kendisini sorgulaması ve gördüğü sanrılar bana Rus roman yazarı Fyodor Dostoyevski’nin başyapıtı Suç ve Ceza eserini çağrıştırdı. Eserde Raskolnikov karakteri; tefeci yaşlı kadın Alonya Ivanovna ve kadının kız kardeşi olan Lizaveta Ivanovna’yı öldürmesinden sonra Raskolnikov’un yaşadığı krizleri/sanrıları cinayetin pişmanlığının bedenine yaptığı fiziksel ve psikolojik etkilerin benzerine Tom Hanks’in usta oyunculuğu sayesinde tanık oldum. Sully’nin kurul karşısındaki soruşturma bölümleri bana 20. Yüzyıl romanının kurucularından sayılan Avusturyalı yazar Robert Musil’in dev yapıtı Niteliksiz Adam eserinde bulunan karakter Moosbrugger’i anımsattı. Moosbrugger, bir hayat kadınını tüyler ürpertici biçimde öldürmüş denilerek suçlanan, mahkemeye çıkana kadar Sully’nin yaşadığı gibi üzerinde yoğun psikolojik baskılar oluşmuş ayrıca çıktığında da ifadesine önem verilmeyen bir karakterdir. Tıpkı Sully’de olduğu gibi Moossbrugger’da doğru yapıp yapmadığı konusunda kendisini ikilemde bulmuştur.
Dramatize Edilmiş Bir Belgesel
Tom Hanks, oynadığı filmlerin büyük çoğunluğunda insan psikolojisini izleyiciye çok iyi yansıtan bir oyuncu. Bu yetenek Clint Eastwood çekimleriyle birleşince izleyici için inanılmaz bir deneyim ortaya çıkmış.
İyi Seyirler Dilerim
Efe TEKSOY

Independence day 2


Kurtuluş Günü 2



1996 yapımı (En İyi Görsel Efekt Oscar'ı sahibi) Independence Day filminin devamı niteliğinde çekilen Independence Day: Resurgence’in yönetmen koltuğunda kıyamet günü filmlerinin üstadı Roland Emmerich oturuyor. Senaryosu Nicolas Wright, James A. Woods, Dean Devlin, James Vanderbilt ve Roland Emmerich’e ait olan filmin bütçesi 165 milyon dolar.


Yeni Bir Tehdit
Uzaylıların dünyayı istila etmek için geldikleri ilk girişimin ardından 20 yıl geçmiştir. İnsan ırkı artık kendisini koruyacak savunma sistemlerini uzaylıların teknolojisini kullanarak geliştirmiş olan ESD (Earth Space Defense) adlı bir programla teknolojik silahların gücü artırılmış ve Ay’a üst kurulmuştur. Yaratıklar, insan ırkıyla girdikleri savaşı kaybetmesinin hemen öncesinde uzaya yardım çağrısı yapar. Alınan yardım mesajı üzerine uzaylı yaratıklar güçlerini birleştirerek bu sefer çok daha güçlü bir şekilde dünyaya saldırmaya gelirler. İnsanlar ise geliştirdiği savunma ve teknoloji ile ikinci bir dünyayı istila girişimini sabote etmeye çalışacaktır.
İlk Temas
Filmin teması, ben de ilk olarak edebiyatta bilim kurgunun babası olarak anılan İngiliz yazar Herbert George Wells’in 1898 yılında yazdığı Dünyaların Savaşı adlı bilim kurgu eserini çağrıştırdı. Roman, Marslıların New York şehrini istila etmesini konu alıyordu.  Uzaylıların dünyayı istila etme teması bu eserle bire bir örtüşmektedir. ABD’li gökbilimci, Astrobiolog Carl Edward Sagan’ın 1985 yılında Mesaj adlı bir romanı yayımlanır. Bu eserde de insan ırkının uzaylılarla ilk iletişime geçmesini konu almaktadır. Filmde bahsedilen 51. Bölge bana Tanrıların Arabaları’nın yazarı Erich Von Daniken ile yapılan söyleşiyi hatırlattı.  Von Daniken,  UFO’ların üssü olarak varsayılan ve çok gizli tutulan 51. Bölge ile ilgili soru üzerine : “Bilmiyorum, görmedim ama yıllar evvel Colorado Springs Uzay Merkezi’nde bulundum. Görevlilere ‘UFO’lara rastladınız mı?’ diye sordum. ‘Evet’ dediler hem de birçok kez!”  Ayrıca filmde uzaylılarla temas eden çiftçinin  gösterdiği daire şeklindeki semboller bana Naitonal Geographic’in  Ekin Çemberleri (2005) adlı belgeselini anımsattı. Burada çiftliklerde/arazilerde oluşan tüm semboller ve bilinmeyen işaretlerin sırrı araştırılmıştı.


Söylenti Olarak UFO
Analitik psikolojinin ve de derinlik psikolojisinin üç büyük kurucusundan birisi olan Carl Gustav Jung’un UFO’lara ilginin zirve yaptığı 1950’lerde kaleme aldığı Gökte Görülen Cisimler Üzerine Bir Mit adlı kitabında UFO haberlerini tüm dünyada yinelenen bir anlatı olarak kabul ediyor.  Jung’a göre haberlerin başlangıcı İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında İsveç semalarında, Rusların icat ettiği düşünülen gizemli mermiler hakkında yapılan gözlemler. Ardından bu olayları ABD’deki garip “Uçan Daire” gözlemleri izliyor. Jung, bu araştırmaları ilerlettikçe UFO gözlemlediğini iddia eden anlatıcıların hep aynı tasviri yapmaları ve bu kişilerin birbirleriyle hiçbir bağlantıları olmayıp başka ülkelerde yaşayan insanlar olmaları başta bu olaya salt bir söylenti olarak yaklaşan İsviçreli Psikiyatr Jung’un kafasında soru işaretleri oluşmasına yol açmıştır.

Radyodaki Uçan Daire
Uzaylıların dünyayı ele geçirme teması sadece sinemayı değil radyonun egemen olduğu 1930’lu yıllarda radyo tiyatrosu olarak radyoda da işlenmiştir.1938 yılında Mercury Tiyatrosu’nda usta yönetmen Orson Welles, radyo tiyatrosu hazırlamaktadır. 30 Ekim 1938’de saat tam sekizi bir geçe Welles, Herbert George Wells’in Dünyaların Savaşı adlı kitabını radyo oyunu olarak hazırlayıp yayınlar. Eserde Marslıların New York şehrini ele geçirmesi dinleyiciler tarafından gerçek olarak algılanır. Öyle ki, şehirde büyük bir panik ve çok sayıda trafik kazalarının oluşmasına neden olur.
Bilim kurgunun üç büyük yazarından biri olarak kabul edilen İngiliz şövalyelik nişanına sahip Sör ünvanlı Arthur Charles Clarke şöyle demiştir: “İki olasılık var: Ya evrende yalnızız, ya da evrende yalnız değiliz. İki olasılık da eşit derecede ürkütücü!..”
İYİ SEYİRLER DİLERİM
Efe TEKSOY

3 Ocak 2017 Salı

Suicide Squad




Fury (2014) ve Sabotage (2014) filmlerinin yönetmeni David Ayer’in yazıp yönettiği,175 milyon dolara mal olan Suicide Squad beyazperdede ki yerini aldı.

Suicide Squad (Gerçek Kötüler)

DC Comics evreninin efsanevi kahramanı Superman karakterinin Batman vs Superman filminde de tanık olduğumuz büyük gücünün insan ırkında yarattığı korku devam etmektedir. Argus adlı istihbarat servisi ve önderi Amanda Waller, dünyayı/insanlığı tehdit edebilecek kadar büyük bir güce sahip bir sonraki kahramanın kötü olabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak ülkedeki en azılı ve üstün yetenekli suçlulardan bir takım kurarlar. June Moone karakterinin bedenini esir alan Enchantress/cadı uzun yıllar boyunca hükmettiği dünyanın şimdi çok farklılaştığını artık insanların değişik tanrılara tapıp başka bir yaşam tarzı sürdüklerini görür ve bu duruma bir son vermek için dünyayı egemenliği altına almaya çalışır. Yeni kurulmuş olan Suicide Squad ekibininse ilk görevi Enchantress’i durdurmaktır.


Amok Koşucuları
Enchantress karakterinin dünyayı kendi egemenliği altına almaya çalışması bana Gotik edebiyatın son temsilcilerinden Amerikalı Anne Rice’ın eserinden uyarlanan 2002 yapımı Queen of the Damned (Lanetliler Kraliçesi) filmindeki Queen Akasha karakterini çağrıştırdı. Queen Akasha, filmde dünyada bulunan vampir ve insan ırkını egemenliği altına almaya çalışmış ayrıca filmin sonunda vampirler Akasha’nın etrafını sararak (Suicide Squad’ta Enchantress’in etrafını sarması gibi) onu yok etmişlerdi. Filmin genel olarak konusu hapiste yatan mahkûmların dışarı çıkıp geçmişte yeryüzünde var olan Tanrılar ve Cadılar gibi kötü karakterlere karşı mücadele etmesi bana İngiliz yazar Neil Gaiman’ın Amerikan Tanrıları eserini çağrıştırdı. Bu yapıtta Gölge adlı karakter tıpkı Suicide Squad’taki kahramanlar gibi hapiste yatmaktadır ve dışarı çıktığında Amanda Waller (Suicide Squad’ta bulunan) gibi Çarşamba isminde bir gizemli bir adamla anlaşır. Çarşamba, (Enchantress gibi) dünyanın artık farklı Tanrılara taptığını ve insanların yeni bir dünya düzeni kurduklarını ileri sürerek Gölge’yi ikna etmeye çalışır.

Sekizinci Sanat Cinayet
Filmdeki şiddet temasını edebiyatta birçok eser barındırmaktadır. Aklıma gelen ilk eser 19. Yüzyıl Batı edebiyatının en büyük yazarlarından İngiliz asıllı Thomas De Quincey’in Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet adlı kitabında Quincey (cinayeti daha öncesinde hiç düşünülmemiş olan) sanat eseri olarak ele alır. Şiddetle sanatı iç içe geçirerek yeni bir düşünce ortaya koyar. 1983 Nobel Edebiyat Ödüllü İngiliz romancı ve şair William Golding’in 1954 yılında yazdığı alegorik romanı Sineklerin Tanrısı’nda şiddet unsurlarını içeren en güçlü eserlerdendir. İngiliz roman yazarı Anthony Brugress’in 1962 de yayınlanan romanı Otomatik Portakal bir grup gencin kurduğu topluluk adam dövme, hırsızlık, tecavüz gibi şiddet unsurları barındıran eserlerin önemlilerindendir. İskoç yazar Iain Banks 1984’te Eşekarısı Fabrikası adlı yapıtında şiddetin doğuştan mı yoksa sonradan mı insanda oluştuğunu incelemiştir. 1999 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yazar Günter Grass, Danzig Üçlemesi olarak adlandırdığı eserlerin ilki olan Teneke Trampet’te küçük yaştaki Oscar’ın dünyanın barındırdığı kötülük ve şiddete karşı fiziksel gelişimini durdurmaya çalışması ve protesto etmesini konu alır. Polonya asıllı ABD’li yazar Jerzy Kosinski’nin 1965 yılında yayınlanan Boyalı Kuş adlı otobiyografik romanında 2.Dünya Savaşı’nın neden olduğu psikolojik yıkım ve şiddet unsurları ön plana çıkar.
Soğukkanlılık
Joker ve Harley Quinn karakterlerinin Natural Born Killers filmindeki Mickey-Mallory Knox misali insanları soğukkanlılıkla katleden iki âşık olması bana ABD’li yazar Truman Capote’nin gerçek hayattan uyarladığı Soğukkanlılıkla adlı eserinde iki adamın ABD’de bulunan bir ailenin tüm bireylerini bir gece yarısı soğukkanlılıkla katledişini anımsattı. Acımasız/soğukkanlı kişilerin bir canavar mı yoksa akıl hastası mı olduğunu Fransız düşünür Michel Foucault, Bir Aile Cinayeti adlı yapıtında işlemişti. Alman filozof Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı kitabında Nazi Almanya’sında milyonlarca Yahudi’nin toplama kamplarına ve ölüme gönderilmesinden sorumlu olan SS subayı Adolf Eichmann’ın duruşmasını gözlemlemiş ve burada Eichmann’ın bu kadar yıkım ve ölümü soğukkanlılıkla karşılamasını ayrıca sorulan sorulara çok sıradan yanıtlar vermesini anlatmıştı.
Lolita adlı romanın yazarı Rus asıllı ABD’li Vladimir Nabokov’un deyimiyle ‘belkemiğini titreten’ bir film sizleri bekliyor.
İYİ SEYİRLER DİLERİM
Efe TEKSOY